Zazalar : Zorlu Dağların Zor Adamları

Onları tek cümleyle tarif etmek gerekirse en uygun cümle şudur: “Zorlu dağların zor adamları… “Henüz, kesin tarifleri yapılmamış olan halklardan biri olan Zazalar, Anadolu’nun Erzincan ile Diyarbakır arasındaki karlı dağlarda yaşayagelmektedir. Yoğun olarak yaşadıkları iller Elazığ, Tunceli ve Bingöl’dür. Bu üç ilin dışında, azınlık olarak yaşadıkları coğrafyalarda var. Mesela, Sivas’ın doğusundaki ilçelerde Zaza nüfusu rastlamak mümkün. Oraların dışında Tokat Almus ilçesinde de bir miktar Zaza yaşamakta. Bunun gibi Gümüşhane’nin Kelkit ve Şiran’ında, Erzurum’un Tekman ve Çat’ında, bunlarla birlikte Muş’un Varto’sunda da “karlı dağların başına buyruk adamları”na rastlanıyor. Bitmedi: Bölge illerinin Gerger, Siverek, Pötürge, Baykan, Mutki gibi ilçelerinin vadiler arasında kaybolmuş, bazı köylerinde Zazalara rastlanıyor. Hatta Kayseri, Aksaray ve Kars illerinde bile Zaza topluluklarına rastlanıyor. Peki Kim bu Zazalar? Her ne kadar nisyana terk edilmiş olsalar da kendileriyle ilgili, kısıtlı araştırmalar yapılmış olan “Dağların Evlatları” bazı araştırmacılara göre, nev’i şahsına münhasır bir halk… Kimilerine göre de Kürtlerin bir kolu olarak tarif ediliyor. Bu araştırmacılardan bazıları onların Hazar Denizi’nin güneyinde yer alan Deylem’den geldiklerini yani tarihi Deylemi şahlarına bağlı olduklarını söylüyor; bazıları da onlar için “Zaten Anadolu’daydılar” iddiasını ortaya atıyor.


Zazalar – 1889

Araştırmacılar arasında yekûn tutan bir grubun, Zazalar’ın orijini hakkındaki düşüncesi ise şöyle: Önce Pers ve Hattı-Hitit gibi Anadolu uygarlıkları, sonra Pers-Roma, daha sonra da Sasani-Arap komşuluklarının kesişme noktası olan bu bölge, Ardahan’dan başlayıp Urfa’ya kadar ilerleyen çizgi etrafında söz konusu halkların buluşma noktası oldu. Bu bölgede, daha sonra Safevi-Osmanlı buluşması yaşandı. Bu arada, bölgenin küçük ırklarından Ermeni ve Gürcüleri de unutmamak gerekir…Sonuçta “Emperyal sınır düzlemi” diye tarif edilen bu bölgede yeni bir halk doğdu. İşte, onlar Zazalardı. Aynı görüş; emperyal hudutların kesişme noktasında uzanan düzlemin kuzeyinde Zazalar, güneyinde Kürtler şekillendi iddiasını da dillendirmekte. Doğu Anadolu coğrafyasında, kuzey güney ekseninde, dikine uzanan söz konusu şerit üzerinde yer alan bu iki halk, orta coğrafya da enine bir düzlem üzerinde de birbirlerine boyogenetik ve kültogenetik tohumlar alıp verdi ve zamanla benzeştiler. Bu benzeşmedir ki sayıları daha az olan Zazaları, nüfusça daha fazla olan Kürtlerin bir kolu sayagelmeye önayak oldu. Zazaların, Hazar’ın güneybatısında yer alan Deylem bölgesinden geldikleri hususunu dile getiren iddia dairesinde şunları söylemek mümkün: Bölgede, bir grup İrani, takvimler dokuz yüz yılının ortasındayken küçük bir hanedanlık kurdu. Bu hanedanlık İran coğrafyasında kurulan ilk Şii Devletlerden biriydi. Kısa bir süre yaşayan Deylem Şahları, resmi kabul olarak Zeydi idiler yani “Beşimamcı inanç,” devletin resmi mezhebiydi. Devletin yıkılışıyla birlikte, Zeydiyan Deylemi halkı, bölgeden kaçtı ve coğrafyaya komşu olan dağlık bir alana sığındı ve orada unutuldu hatta onları daha sonra Yemen’de tespit etti tarih. Günümüzde Husiler olarak bilinen Yemen isyancıları, son Zeydi topluluğu olarak kendini ispatlamaya çalışıyor. İşte, günümüzde Dersim ve çevresinde yaşayan ve kendilerini Zaza diye adlandıran halk, Zeydi Deylemilerin devamı niteliğindedir ve “Zazalar, Deylemi”dir” iddiasının aslı bundan ibaret ve bu iddia asılsız bir yakıştırmadan başka bir şey değildir. Çünkü Deylemiler Beşimamcı ekolünde, Zazalar Onikiimamcı öğretiye dahiller… En sona bıraktığımız iddiaya gelince: Bu iddiayı ortaya atanların çıkış noktası Zaza isminde düğümleniyor. İddianın zemini Perslerin, İslam’dan önceki devirlerine ait devletlerinin sonuncusu olan Sasani -ya da Zazani- imparatorluğuyla olan ses benzeşmesi… Efendimizin zamanında Sasaniler ve Bizans yan yana yaşayan iki dinya kutbuydu. Aralarında süre gelen savaşların sonuncusundan bir evvelkinde galebe çalan, Sasani İmparatorluğu yani Mecusiyan İran’dı. Son toslaşmada İranilere kaptırdığı sınır bölgesini yeniden ele geçiren Bizans, çok değil çeyrek asır sonra ezeli hasmının, İslam Devletinin Emiri Hz. Ömer eliyle tarihten ebediyen silindiğine şahit oldu. Dolayısıyla İran’ın tüm müktesebatı, İslam devletinin bir parçası olurken Bizans Kayzeri, son savaşta ele geçirdiği sınır düzlemini ve bu düzlemde yaşayan “Sasani nüfusu” Selçukilerin Sultanı Alparslan gelinceye kadar yani 1071’e kadar elinde tuttu. Bu tutuş, yaklaşık 400 yıl… Bölgedeki nüfus, bu süre zarfında elbette Rumi’ydi ama Rumlaşmadı ve kendini, eski devletinin adıyla yani Sasani kalıntısı olarak Sasa veya Zaza olarak isimlendirmeye devam etti. Hatta onlar, kendilerini bu isimle tarif etmedi; onlara bu tarifi yakıştıran bizzat Bizans Kayzeri’nin kendisiydi. Belki de Kayzer, bölgedeki ekalliyeti Zaza diyerek küçümsüyordu. Bağlı olduğu hükümranlık tarafından küçümsenen, ana coğrafyayla ilişkisi kopmuş, yeniden irtibat kurma şansı da kalmamış olan bu azınlık, sıkıştığı derin vadilerde unutuldu gitti lakin onlar bidayetteki bağlılıklarını unutmadı. Aradan geçen zaman içerisinde, bölge insanları, kültürel kodları pörsür ve başka biçimlere evrilirken ellerinde kalan son şeye sarıldılar isimlerine: Sasani ya da Sasa veya Zaza…


Konu buraya gelmişken, sözü edilen Sasani İmparatorluğuna bir göz atmakta yarar var kanaatini taşımaktayız zira Zaza toplumunun tarihi kodlarını, kültürel ve dini aidiyetlerinin ipuçlarını yakalama olasılığı var. Makedonyalı Kral, Büyük İskender’in otuz üç yaşında ölümünün ardından, kurduğu devasa imparatorluk, komutanları tarafından parçalanmıştı. Bu bölüşümde, İran ve çevresi; Arşaklı Hanedanlığına düşmüştü. Arşaklıların idaresinde kurulan Part İmparatorluğu, 400 sene tarih sahnesinde kaldı. Takvimler M.S. 224’ü gösterdiğinde Sasani İmparatorluğunun temeli, son Part hükümdarı Dördüncü Artabanus’un yenilmesiyle Dördüncü İran Hanedanlığının kurucusu Ardeşir tarafından atıldı. Dördüncü Hanedanlık, ikinci Pers İmparatorluğunun sahibi oluyordu bu zaferle. Devlet, Persis bölgesinde İstakhr şehrinde kurulmuştu; bu yüzden, devletin ilk başkenti olarak bu şehir kabul edilir. Ancak kendisini Şehinşah yani şahlar şahı olarak tarif eden Sasani hükümdarlarının ilki olan Ardeşir, çok geçmeden başkenti, o vakitler Gur, günümüzde Firuzabad diye bilinen şehre taşıdı. Gur, merkezi bir konuşlanmayı ifade ediyordu. Bu taşınmanın ardından Şehinşah, komşu prenslerden feodal sadakat talebinde bulundu. Bu talep reddedilince harekete geçen Ardeşir, kısa zamanda çevresini ele geçirdi. Böylece Şehinşah, son Part kralıyla karşı karşıya kaldı. Yapılan iki savaşın ikisini de Şah Ardeşir kazandı. Bu savaşların sonuncusunda Partlı Kral Artabanus öldü. Bu ölüm, Arşaklı topraklarının yeni sahibini de belirlemiş oldu: Sasani Hanedanı… Son derece hızlı hareket eden Hanedanlığın kurucusu Şah Ardeşir, iki yıl içinde İran’ın tamamını ele geçirerek, imparatorluğu hakketti ve Tizpon şehrinde taç giydi. Böylece 400 senelik Makedon karakterli Part devleti, yerini 400 yıl yaşayacak Sasani devletine bırakıyordu. Devlet, Ardeşir ve oğlu Şapur zamanında 6600 kilometre kareyle haritasını donduracak noktaya ulaşmıştı neredeyse. Bu yüzölçüme sahip coğrafyanın içeriğini başta İran yaylası olmak üzere Irak, Ermanya, Afganistan, Anadolu’nun doğusu, Pakistan, Kafkasya, Orta Asya ve Arabistan oluşturuyordu. Daha sonraları Mısır, Ürdün, Filistin ve Lübnan da ülkeye dahil olduysa da bu bölgeler üzerindeki egemenlik fazla uzun sürmedi; doğal coğrafyasına çekilerek sabitlendi. Sasani İmparatorluğu, bugün Zaza ve Kürtlerin yaşadığı, kuzey güney doğrultusundaki bölge üzerinden Doğu Roma İmparatorluğu ile komşuydu. Sınır, zaman zaman daha batıya; bazen de daha doğuya doğru kayarak bölge insanının bir Sasaniyan, bir Romalı olmasına neden oluyordu. Doğal olarak, bu hudut, bir önceki İran İmparatorluğu Partlardan beri aynı düzlem üzerindeydi yani Fırat havzasıydı. Ve bölgedeki sınır çizgisindeki bir doğu, bir batı hareketi yüzyıllardan beri yapıla geliyordu. Dolayısıyla hudut çevresi nüfus hareketlerinin, olağandışı ölümlerin, topyekûn kırımların ve tecavüzlerin bitevi yaşandığı bir coğrafyaydı. Üstelik bu kader, Part öncesi yaşamış olan Ahameniç İmparatorluğu zamanında da aynı “yayık metodu”nu yaşamıştı. Zira bölge, neredeyse iki bin yıldan beri imparatorlukların kesişme çizgisiydi ve kaçınılmaz kaderi buydu. Bu kader, Sasanilerden sonra 1500 yıl daha devam edecekti.

Çağlar, Milattan Sonra 5. Yüzyıl’dan 6, Yüzyıl’a evrilirken Arabistan’ın Hicaz bölgesinde, tarihin hiç şahit olmadığı bir devrim yaşanıyordu. Bu devrim ilahi genetiğinde, bölgenin karakterinde köklü değişimler yaşatacak kodlar taşıyordu. Bölgede iki inanç sistemi egemendi: Fırat havzasının doğusu Hıristiyan inancındaydı; doğusu ise Mecusi’ydi. Takvimler, Miladi 570’i gösterirken dünya hiç görmediği aydınlık ve parlaklıkta bir “güneş”in doğumuna şahit oldu: İran’ın özel dini Zerdüştlük’te adı Farisi olarak “Alemlerin Rahmeti” olarak geçen “Son Saoşyant” olduğu ihtimali son derece yüksek olan Efendiler Efendisi Hz. Muhammed dünyaya geldi. Doğrudan etkiledi bu olay İran’ı. Sasani Kisrasının hanedanlık sarayı, beklenmedik bir deprem geçirdi: Muhkem sarayın mermer sütunları çöktü, kubbesi yerle bir oldu. Şehinşah Anuşirvan olarak bilinen kisra, meşhur Birinci Hüsrev, sarayda değildi. O sırada karışıklık yaşayan Arabistan’ın güneybatısındaydı yani Yemen’de… Hüsrev Şah, kendisinden yardım talep eden Yemen Emiri’nin üvey kardeşi Maad Karib’in çağrısına olumlu cevap vermiş ve Yemen seferine çıkmıştı. Sarayı göçerken, o Yemen’in Başkenti Sana’yı fethederek küçük ülkeyi, emirin elinden almıştı. Ondan sonra kralın üvey kardeşi Maad, Yemen’i İran adına yönetecekti. Yemen zaferi esnasında, çöken sarayın sarsıntısı, zafer sarhoşluğu yaşayan Hüsrev hanedanında pek hissedilmedi. Bu itibarla Sasaniler, dinlerinde işaret edilen Son Saoşyant’ın yani bir nevi İran Mesih’inin cihanı teşrifini atlatmış oldular.


Hz. Muhammed sekiz yaşına geldiğinde Sasani Kisrası değişti ve başa Dördüncü Hürmüz geçti. Onun ardından da İkinci Hüsrev tahta oturdu. Kur’an’da sözü geçen Sasani-Bizans savaşlarının ilkini başlatan İkinci Hüsrev, Konstantin’in ülkesindeki iç karışıklıklardan yola çıkarak tam anlamıyla bir işgal başlattı. Hüsrev’in ilk tepelediği bölge tabii ki sınır boyu yani aşağı ve yukarı Fırat havzasıydı: Zazaların ve Kürtlerin ülkeleri… İşgal hareketi bir kama gibi Doğu Akdeniz şeridinden Mısır’a kadar uzandı hatta Sudan’a sarktı. Coğrafyanın kuzeyinde bunlar olurken, güneyinde yani Arabistan’da Hz. Muhammed’e Elçi Melek gelmiş, ilk vahyi teslim etmişti. Mekke’den Medine’ye Hicret yaşandığında Fars Medeniyeti, bölgede tam bir egemenlik zirvesi yaşıyordu. Onların Rumlara galebe çalması Hicazlı Müminleri mahzun etmişti. Fakat Kur’an bu mahzuniyetin uzun sürmeyeceğinin müjdesini bir mucize olarak, önceden duyurdu; müminler sevindi. Lakin bu haber inanılacak gibi değildi. Zaten inanılmayacak bir şey oldu ve Rum Kayzeri Heraklius, kuşatma altındaki başkentten çıkıp gemilerle Karadeniz’e açıldı. Ortakuzey bölgesinde mukim, Göktürk vassalı Hazaryalı Türk grupların yardımıyla İran‘a arkadan saldırdı. Bizans Kayzeri, on beş yıl süren uzun bir savaş döneminin sonunda, Sasanilere karşı yıkıcı bir zafer elde etti ve son darbeyi Ninova savaşında vurduğunda takvimler Miladi 627’yi gösteriyordu. Bu esnada İkinci Hüsrev de bir saray süikastine kurban gitti; İran mülkü, tarihinin en karanlık dönemlerinden birine girdi. Bu sefer esnasında Heraklius, Batı İran’a yürüdüğünde ayaklarının altında ezilen yine sınır boyu ırkları yani Kürtler ve Zazalar olmuştu. Hüsrev Suikasti’nin ardından Sasani Devleti, on dört yıl sürecek olan bir fetret devrine girdi. Bu süre zarfında “Aryan Tahtı”na tam on iki şah oturdu ve kalktı. Fetret devri esnasında da Fırat havzası, sürekli dövülmüş ve Bizans çapulcuları için kolay bir av bölgesi olmuştu.



Yıl 632 olduğunda Hicaz yasa boğulmuştu zira “Medine Güzeli”nin ahirete intikal zamanı gelip dayanmıştı kapıya. Mülkte bundan böyle O yoktu. Arabistan artık “Halifeler Devri”ne merhaba diyordu ve ilk Halife, Ebubekir’di. Medine’de bunlar olurken, Sasani başkentinde de bir şah daha değişmiş ve tahta Üçüncü Yezdigert oturmuştu. Yezdigert, Sasani ülkesinin şimdiye kadar görmediği bir başka güçle tanışma bahtsızlığına eren son Sasani Kisrası oldu. Yeni güç Arap İslam ordularıydı. Seçilmiş sahabelerden Halid Bin Velid, Mecusi arazisine kocaman bir kılıç gibi dikine dalarken gözünü dahi kırpmamıştı. Koca Halid, öyle bir komutandı ki zırh takınmayı bile zül sayan mücahidleriyle gök demire boğulmuş Sasani ordusuna karşı üst üste zaferler elde ede ede yaklaşıyordu. Uzun souklu bu seferde Müslümanların aldığı tek yenilgi Köprü Savaşı olarak tarihe geçti. Ancak Köprü Kapışması, iki küçük kolordunun karşılaşması olduğu için tarihçiler tarafından pek önemsenmedi. Zaten, Komutan Halid de umursamadı bile; kılıç harekatına yıldırım hızında devam etti. Hz. Ebubekir’in iki yıllık halifeliği sonrasında, onun yerine oturan Ömer Bin Hattab, Sasanilere en büyük darbeyi Kadisiye Savaşında vurdu. Kisra Yezdigerd, can havliyle doğuya kaçtı ve Türk sınırındaki dağlara sığındı. Sınır gerisindeki Türgiş Bozkırlılarıyla akrabalık tesisi nedeniyle Sasani Beyleri, son bir gayretle toparlandı ve İran topraklarına döndüler. Lakin bu hurucun da bir hükmü harbiyesi görülmedi ve Sasani aristokrasinin sonu Nihavent Savaşı’nda belli oldu. Bu son, aynı zaman da Yezdigerd ve Sasani hanedanın da sonu sayılıyordu. Her şeyden umudunu kesen Şah Yezdigerd, savaş meydanından kaçtı; Horasan’a sığındı. Bir süre Şamanist Türkler arasında dolandı durdu; nihayet o da tarihler, 651’i gösterirken bir suikaste kurban gitti. Böylece 400 yıllık Sasani İmparatorluğu, tarihin mezarlığındaki yerini almış oldu. Nihavent Savaşı’ndan sonra Arap atlıları, on yıl boyunca İran topraklarını toynaklarıyla ezdiler. Bu fetih dizisinde bir boncuk olmaktan, Fırat havzasının güneyi yani Mezopotamya da kurtulamadı. Buna bağlı olarak bölgenin Kürt sakinleri, Arap İslam İmparatorluğunun yeni Müslümanları oldular. Ancak havzanın kuzeyi yani Zazaların bölgesinde egemenlik hâlâ Bizans’taydı. İşte, kuzey bölgesi sakinlerine “Zaza” adının verildiği yıllar bundan sonrasıydı. 400 yıllık Sasani imparatorluğunun bir küçük hatırası gibi Sasa ya da Zaza adı söylenegeldi. Sasani ve Zaza ilişkisine dayanak olmak üzere şu hususun da bilinmesi zaruridir: Konunun en başında Sasani Devleti’nin, 3. Yüzyıl başlarında günümüz İran devletinin Persis eyaletinin hükümdarlığını ele geçiren ve “Tanrıça Anahita”nın takipçi rahiplerinin soyundan geldiğine inanılan Ardeşir tarafından kurulduğu söylenmişti. Oradan devamla: Şah Ardeşir’in babası Papak ya da Babak adlı bir kent beyiydi. Küçük bir kent olan Kheir’in Beyi olan Babak, 205 yılında Bazrangidlerin son Kralı Gacihr’i devirince, tüm İran’ı ele geçirmeye karar vermiş ve kendini mülkün yeni hükümdarı olarak ilân etmişti. Sabık Bazrangidler, aslında Part İmparatorluğu’nun yerel yöneticileriydi. Üstelik Kheir Beyi Babak’ın annesi bir Bazrangid kızıydı; babası ise Anahita Tapınağı’nın başrahibi olan Sasan ya da Zazan’ın oğluydu. Bu sebeple Ardeşir, kurduğu devlete dedesinin adını vererek Tanrıça Anahita’ya ve soyuna bağlılığını ve saygısını göstermişti: Zazani ya da Sasani imparatorluğu… Buna bağlı olarak imparatorluk halkına da Zazani’ler veya Sasani’ler demek kaçınılmazdı. Terminolojik olarak Zaza adı da bir kök olarak Zazani veya Sasani’nin içinde yer tutuyordu. İmparatorluk devrildikten sonra ise Bizans içinde kalmış bir grup Sasani tebası da Zaza/Sasa olarak adlandırıldı. Bu bağlamda nasıl ki Sasani ismi bir ırkı değil, bir ardiyeti ifade ediyorsa Zaza adı da bir bağlılığın yansımasıydı. Zaman içinde Irk adı olarak şekillendi. O halde Zazalar kimdi? Tabii ki devasa bir imparatorluğu teşkil eden onlarca ırk ve yüzlerce aşiretten biri… Bu ırk ve aşiretler, 400 yıl boyunca Sasani kimliği altında yaşadıkları için doğal olarak din, kültür ve dil yakınlaşmasına hatta din, kültür ve din birliğine doğru evrildiler kaçınılmaz olarak zira tüm imparatorlukların kaderinde böyle bir “sosyal evrim” yaşamak kaçınılmaz bir sondur; tarihte bunun örnekleri oldukça fazladır.

Yazının girişinde de değinildiği üzere, günümüzde, “Zaza kimliği” bir politik tartışma konusu haline gelmiş durumdadır. Bu tartışmada, temel olarak iki karşı tezin mevcudiyetinden söz edilebilir: Bunlardan birincisine göre Zazalar, kendi başlarına bir etnisitedir; diğerine göre ise Kürtlerin bir koludur. Bu tezlerin taraftarların her ikisinin de kendilerine göre birer gerekçeleri mevcut. Çok dillendirilen ve bilinen bu iki görüşün dışında bir üçüncü görüş daha var ki kanaatimizce asıl onun üzerinde durulmaya ve analiz edilmeye değer. Yeteri kadar taraftarı olmayan bu görüşe göre Zazalar, Türklerle ilintili bir gruptur hatta Türk’tür yani Türkmen.



Biz, bu yazının muhtevası içerisinde konuya Zazaların, Türklerle ilişkilerine tarihi düzlem üzerinde bakmak niyetindeyiz. Öyle ise burada duralım ve geri dönelim ve konuya Sasani Arap karşılaşması noktasından devam edelim: Sasani Devleti’ne güneybatı köşesinden giren Halife”nin ordusunun ayakları altında ilk kalan bölge elbette Mezopotanya’ydı. Yani Aşağı Fırat ve Dicle havzası. Bu bölge, eski Medya’ydı ve sakinleri, birbirine yakın harsa sahip Milli, Sorani ve bir kısım Kurmanç kabileleriydi. Günümüzde bu kabilelerin hepsine birden Kürt ismi verilmekte… Son Bizans-Sasani savaşlarında el değiştirmiş olan Kuzey Fırat havzası, bu saldırının dışında kalmıştı; havza, Bizans toprağı olarak da kalmaya devam etti. Söz konusu bölgenin sakinleri bugün Zaza olarak bilinen son Sasani klanlarıydı. Ama kuzeyi, ama güneyi olsun Fırat havzası yine sınır boyuydu ve bu kez Bizans’la sınırdaş olan Müslüman Araplar ve Arapların İmparatorluğunun bir bölgesi olarak, Mecusilik’i terk etmek zorunda bırakılmış bir bakıma zoraki Müslümanlaşmış İran’dı. Havza, Bizans ve İran’ı bünyesinde barındıran Arap İmparatorluğu arasında, hep olageldiği gibi sık sık el değiştirerek bir 400 sene daha yaşadı. Bu kez, Kürt ve Zaza kanına bir de Arap rengi katılıyordu. Lakin bununla kalmamaya da adaydı. Zira sınırboyunun kaderi buydu… Takvimler, dokuz yüzlü yılların ikinci yarısındayken tarih bir daha evrilmeye gebeydi ve bölge için için kaynıyordu. Hazar Denizinin kuzeyi, Ural Dağları’nın doğusunda bulunan, günümüz Kazakistan coğrafyası, Şamanist Oğuz Türklerinin yurduydu ve araziye hükmeden egemenler kendilerini “Oğuz Yabgu Devleti” olarak isimlendiriyordu. Yabgulular, güneyden Maveraünnehir’e dayanıyorlardı. Mavera bölgesi ise Müslüman Arapların elindeydi. Güya, Arap asıllı Abbasi İmparatorluğu, hayatiyetini devam ettiriyordu ancak Horasan bölgesinden çıkan Büveyhi’ler, yeni bir devri açmaya niyetliydiler. Bunu niyette bırakmadı ve Şii Büveyh Şahları, İran’ı egemenlikleri altına almakla kalmamış Bağdat’a kadar inmiş ve Halife’yi bile kontrol etmeye başlamışlardı. Şia ekolünün tarih sahnesine çıkmış olan sayılı devletlerinden biri olan Büveyhoğulları kuzeyden, bir diğer Şii devleti olan Mısırlı Fatimiler güneyden. İslam İmparatorluğunu kıskaca almışlardı. Halifenin Devleti’nin içinden de saldırganlığı Kutsal Kâbe’ye yöneltecek ve Hacer-ül Esved’i kaçıracak noktaya ulaştırmış olan “Karmati anarşistleri” doğmuştu. Bu üç Şii güç, çoğunluğu Sünni olan Ortadoğu’yu katran kazanı misali kaynatmaya başlamışlardı. İslam anlayışının Şia dışında kalan ana damarı can çekişiyordu. Bu durumda bir kurtarıcı şarttı. İşte, söz konusu bu “halaskar” kuzeyden çıktı: Dukak Beg… Yabgu Devleti’nin içinde yer alan Kınık Boyu Beyi Demir Yaylı Dukak, devletin ordusunda subaşıydı; Peşinde, çiddi bir savaşçı ordusu vardı ve ölümüne takip ediyordu kendisini. Savaşçı sayısının çokluğuna güvenen Komutan Dukak, Yabgu Kağanına karşı girdiği saltanat mücadelesini kaybedince, aşiretini alıp İran yönüne göç etti. Önce Farisi karakterli Samanoğulları devletine, bilahare Türk Karahanlılara sığındı. Her iki devlette Müslüman’dı. Müslümanların hizmetine giren Dukak Beg geç yaşında İslamiyet’i kabul edip Selçuk adını aldı. Her iki devletin ordularına asker vererek onlardan geniş otlaklar elde etti. Sal adı verilen akarsu aracını icat ettiği söylenen Selçuk Bey, daha sonra Kınıklarla Horasana geçti ve o bölgede 1009’da öldü. Selçuk Bey’in yerine geçen, oğlu Aslan Bey zamanında Kınıklılar, Karahanlı ve Gaznelileri endişelendirecek kadar güçlendi. Aslan Bey’in Gaznelilerce tutuklanması ve 1032″de ölmesinden sonra boyun başına Selçuk Bey’in torunları Tuğrul ve Çağrı Beyler geçtiler. Kınık boyunun devlet düzenine girmesi bu esnada oldu ve Kınık organizasyonu dede ismini çağrıştıracak şekilde “Selçuklu” adını aldı. Tuğrul ve Çağrı Beyler, Selçuklu bayrağı altında Gaznelileri iki kere yendi ve Nişabur kentini aldılar. Nişabur, Selçukluların bağımsızlıklarını ilân ettikleri yer oldu. Buna rağmen Gazne Sultanı Birinci Mesut, Selçukoğullarıyla tekrar karşı karşıya geldi ve ünlü Dandanakan Meydan Savaşı’nda Selçuklulara bir zafer daha hediye etti. 1040 yılında gerçekleşen bu savaş, Selçukluların devlet tapusu oldu. Tuğrul ve Çağrı Beyler, on beş yıl gibi kısa bir zaman içinde bölgedeki devletlerin, neredeyse tamamını yıkarak beyliklerini imparatorluk seviyesine yükselttiler. En son Büveyhoğullarını dize getirip Bağda’ta girdi ve Halifeyi tutsaklıktan kurtardılar.

Tuğrul Bey’in Rey kentindeki türbesi

Halife’nin, “Sultanlar Sultanı” unvanını verdiği Tuğrul Bey, artık doğuda Bizans ve Gürcistan’la sınır olmuştu. Yani Fırat havzası bir kez daha iki imparatorluğun hududuydu. Bölgelerdeki Kürt ve Zaza unsurları, yeni bir milletle karşılaşıyordu: Oğuz Türkleriyle… Şamamist bir bozkır devletinden çıkıp ansızın bölgeye gelen Oğuzlular da İslam’la yeni tanışmışlardı. Ancak bu tanışıklığın yeri İran`dı ve bu yüzden, Bozkır atlıları Heteredokstular. Dinlerinin Ortadoksiyasına geçişlerine daha çok zaman vardı. Yani İranlılardan öğrendikleri inanç lafziydi, herhangi bir yazılı kaynakları yoktu. Üstelik eski inançlarıyla harmanlanmış bir lafzilikti bu. Bir bakıma eskinin şamanları, yeni inancın “belleten”leri yani hocaları ya da “şıkh”ları olmuşlardı; kaçınılmaz olarak.

Burada duralım. Konunun tarihsel akışına dönmeden önce, bu arada üç hususta durum tespiti yapmamız gerekiyor: Birincisi… Sibirya taygalarından çıkıp Orta Asya Bozkırlarına geldiklerinden beri “Turkuaz boyları” kabına sığmayan bir su gibi taşıyor ve seller şeklinde batıya doğru akıyordu. Göçebe, buna bağlı olarak koyun ve at sürülerine otlak bulmakta zorlanan kılanların su dalgaları hâlinde kıyılara vurması doğaldı ancak Turkuazların sel olup sürekli batıya akışlarını açıklamakta bu argüman yetersiz kalıyor. Bozkır halkı, sadece at ve koyun yetiştiricisi değildi aynı zamanda savaşçıydı. Bu sebeple Bozkırlıların ikinci bir mesleği de paralı askerlikti. Özellikle genç Asyalılar, silâhlarını kuşanıp atına atlıyor ve zamanında dünyanın etrafında döndüğü hüsbana koşuyordu ve hüsban mihveri batıdaydı. Avrupa merkezli Roma imparatorluğundan söz ediyoruz. Ciddi oranda gladyatör ve lejyoner ihtiyacı olan Roma, Asyalılar için bir çekim merkeziydi. Bu sebeple batıya akan Türkler için birinci güzergâh, Hazar Denizi”nin kuzeyi. Rus stepleri ve orta Avrupa çizgisiydi. Kimler gitmedi ki bu yoldan? Yüz yıllar süren göç dalgaları içinde Kumanlar, Kıpçaklar, Hunlar, Macarlar, Bulgarlar, Sakalar, Hazarlar ve daha nice Türk boyu aktı durdu güneşin battığı yere. Ve gün geldi, üzerine akan “barbar” selleriyle Roma ikiye ayrıldı. Batı ve Doğu Roma… Daha sonra Doğu Roma`ya Bizans adı verildi. Latin Roma’sı karşısında kendini konumlandırmak isteyen Bizans`ın ciddi manada Lejyoner ihtiyacı vardı ve Orta Asya, Konstantinopolis`e bu kaynağı sağlıyordu. Bizans idari kadrolarını, başkent ve yakın çevresinin ihtiyacı olan muhafızları Balkan milletlerinden sağlıyordu. Ancak Kayzer, imparatorluğun uzak bölgelerinin korunması hususunda Asyalı lejyonları kullanmaya karar vermişti. Özellikle can düşmanı Sasani İranlıların karşı, Anadolu’nun doğu sınırlarını bekleyecek, gemileri yakmış gözü kara muhafızlara ihtiyaç vardı ve bu ihtiyacı karşılayacak olan yegane güç “Türkos”lardı. Böylece Türkos lejyonerler, doğu sınırındaki kale ve şehirlere yerleştirilmeye başladı yani Fırat havzasına…. Havza boyunca yerleşen ve sayıları, girdikleri bölgenin popülasyonunu değiştirecek kadar çok olan bu savaşçılara, Bizans her ne kadar Türkos diyorsa da Sasaniler ve Araplar yeni bir ad taktılar. Romalı yani Rum… Rum Türkoslar, aradan geçen yüzyıllar sonucunda Tüm Anadolu’nun asli unsuru hâline geldiler; yoğun olarak Fırat havzasının… Özellikle de Yukarı Fırat`ın zira Aşağı Fırat 650 yılında Müslümanların eline geçmişti. İşte, bu yapısı ve sosyal dokusuyla Yukarı Fırat, Selçukluların bölgeye gelmelerine kadar Bizans’ın elinde kaldı. 1071`de Selçuklu Sultanı Alparslan, sınırlarına dayandığında onlar hala Bizans`ın Türkosları, Arapların Rum`uydu. Köken itibariyle ilk adları da Zaza olarak biliniyordu. Ancak bölge halkı, kanını Sasani`likten Türkosluğa çevireli yıllar olmuştu. Zira baba savaşçı Türkos’tu, Zaza ana çok gerilerde kalmıştı.


Tespitini yapma ihtiyacını duyduğumuz ikinci husus ise Orta Asya’yı yurt tutmuş olan Türklerin inancıyla alakadâr… Bozkır halkı, günümüze yakın bir tarihte verilen adıyla inanç noktasında Samanist’ti. Ancak artık anlaşılmış olduğu üzre, tarihte Şamancılık adıyla hiç bir zaman bir din oluşmamıştı zaten oluşamazdı da zira Şamanizm anlayışı, derli toplu bir inanca sahip değildi. Zaten Moğolca şaman, Türkçe söyleniş şekilleriyle kam, baksı ve bahşi gibi etiketlemeler, bir dinin ismi değildi; bu adlarla anılan şahıslar, bir ocak temsilcisi olarak kabilelerin şifacıları veya tılsımcılarıy. Hiçbir zaman, bir dinin isim babası olmamışlardı. Aslında bölgede, adı konmuş bir inançtan söz etmek de mümkün değildi. Flu bir inanç vardı o kadar! Her şeyin bir ruhu olduğuna inanan Bozkırlıların tek dinsel ritüeli de başlarına bir felaket geldiğinde ya da bir zafer elde etmiş olduklarında kurban boğmaktı. Birincisinde korkudan, ikincisinde keyiflenmek için boğulan bu kurbanların boğum törenlerini idare etmek şaman adı verilen bir nevi tıbbiye erbabı sayılan otacıların işiydi. Onlar bu işi, davul çalarak yapıyorlardı zira medyumluk sayılabilecek büyü işini ritmle sağlıyorlardı. Tıpkı günümüzdeki, tef çalarak zikr eden dervişler misali. Evet hepsi bu Bozkırlının inanca dair ameli… Bir bakıma Bozkır Turkuvazlarının bir dini de var sayılmazdı veya sağlam bir iman isteyen din değildi onlarınki. İhtiyaç hâlinde, çevredeki ruhlardan korkmak veya korkmamak üzerine dayalı, gevşek bir ruh hâlinden söz edilebilir. İşte, bu sebeple bu insanlar, kolay din değiştiriyorlardı. Yani ekmeğini yedikleri her beyin, kralın ve imparatorun inancına geçmek onlar için din değiştirmek de sayılmazdı; kılıçlarıyla hizmet ettikleri efendileri gibi yaşamaktı. Yani onlar gibi giyinmek, onlar gibi inanmak, aynı şeydi. Bütün bunlardan sebep Türklerin dünyada girip çıkmadıkları din yoktur dense yalan olmaz. Budizm, Manihizm, Hristiyanlık, Musevilik… Sonunda çok dinli Turkuvazlar, Müslümanlık’ta karar kıldılar. Belki de bir arayıştı onlarınki ve aradıklarını İran`da buldular ancak buldukları da tam Müslümanlık sayılmazdı. Bir nevi matem kültü. Matem töresi, Bozkırlıların her daim yaşaya geldikleri bir durumdu. Daha evvel kağanları, boybeyleri, savaşçıları için döktükleri gözyaşını şimdi Ehli Beyt için döküyorlardı hatta bunda İraniler kadar ileri gittikleri de söylenemez.

Oğuz Yabgu Devleti’nin Şamanist atmosferinden siyasi sebeplerle ayrılan Barak Bey, Kınık boyunu Horasan`da Müslüman etti. Onun oğulları, dini bütün Müslümanları olarak Bağdat`ı ve Halife’yi Büveyhilerden kurtardı ve coğrafyaya hakim oldular. Artık onlar Fırat Havzası boyunca Bizans’la sınırdaştılar. Şimdi, Havzanın kuzey bölgesinin doğusunda Müslüman Oğuzlular vardı; batısında Bizans adına bölgeyi idare eden ve koruyan Türkoslar yani Rumlar Veya Sasani uzantıları yani Zazalar. Daha doğrusu Türkos babalı, Sasani analı yeni bir halk…


Bir paragraf üstte, tam manasıyla bir dine sahip olmayan Orta Asyalıların kolay din değiştirdiklerini söylemiştik. Bu sebeple Müslüman Oğuzların Yukarı Fırat havzasında komşu olduğu Türkoslar, Bizans’ın hizmetine girdiklerinden beri Hristiyanlığın Ortodoks mezhebindeydiler. Ancak ibadetlerini Bizans lisanınca yapmıyor hatta kendi aralarında Yunanca konuşmuyorlardı. Konuştukları dil Farsça ve Türkosça karışımı bir dildi yani Zazaca. Doğudan gelen yeni Müslüman Oğuzların sınıra dayandığında bölgede ciddi bir Bizans bıkkınlığı vardı: Başta Zazalar ve Ermeniler olmak üzere herkes, Konstantinopolis zulmünden yaka silker durumdaydı. Özellikle Gregoryan Mezhebine dahil olan Ermeniler, Selçuk Sultanı’na elçi üstüne elçi gönderiyor ve onu “Mesihleri” olsun diye ülkelerine davet ediyorlardı. Onlar davet etmese de Oğuzlu Kağanı Alparslan gözünü, Rumeli’ye yani Anadolu’ya dikmişti; çare yok bu toprakları fethedecekti. Doğal olarak, Bizans Kayzeri de imparatorluğunu korumak istiyordu. Sonunda iki taraf, Havzada karşı karşıya geldi yani Malazgirt ovasında… İmparator, başkentten yola çıktığında yanında bir meydan savaşı verecek sayıda asker yoktu; ordu, Anadolu’da dizildi ve savaşçı sayısı iki yüz bine ulaştı. Malazgirt ovasında, kefen niyetinde bir urba kuşanan ve beyaz aygırına bine Sultan Alparslan cuma hutbesini atmış bin nefere okuyordu yani ovadaki karşılaşma, neredeyse dörde karşı birdi. Matematik olarak dörde sahip olan bire galebe çalacaktı zaten Kayzer de öyle düşünüyor olacak ki kısa bir süre sonra kazanacağı zaferin kutlamalarına erken başlamıştı. Lakin sonuç, matematiğin işaret ettiği şekilde oluşmadı ve Oğuzlular, Bizanslıları ağır bir yenilgiye uğrattı: 26 Ağustos 1071… Zafer, neden matematiğin işaret ettiği tarafa gitmemişti? Çünkü Bizans Ordusunun omurgasını teşkil eden Türkoslar, Ortodoksluğu rafa kaldırıp aynı dili konuştukları soydaşlarının tarafına geçmiş ve savaşın sonucunu belirlemişlerdi. Bu savaş Oğuzları olduğu kadar Ermenileri, Zazaları, Kürtleri ve Türkosları yani tüm Rumları da sevince gark etmişti. Bu kabulleniş sebebiyledir ki Oğuzlular, koca Anadolu’yu yedi yıl gibi kısa bir zaman içinde ele geçirmiş ve Türkleştirmişti. Yazının ortasında, üç husustan söz edeceğimizi söylemiştik; sırada üçüncüsü var: Fırat Havzasında yaşayan Zazaların kuzeyde kalanları Alevi, güneyde yaşayanlar ise Sünni baskın bir matematikle. Bu durumun gerekçesi, güneyin daha doğrusu Kürt bölgesinin eken dönemde yani Miladi 650’de Müslüman Arapların eline geçmiş olması şeklinde açıklanabilir. Kuzey ise bundan sonra tam 400 yıl 1050’ye kadar Ortodoks Bizans’ın elinde kaldı ve İslamiyet’le tanışamadı. Bu arada, şu gerçeğin tespitini yapmadan geçemeyeceğiz. Eğer Zazalar ve Kürtler ayın kavimden olsa idiler Havzanın güneyinde yaşayan Sünni Zazalar, Sünni Kürt çoğunluğun arasında aradan geçen 1500 yıl zarfında eriyip gideceklerdi. Lisansları benzeşti ama kavmi yapıları ayrı kalmaya devam etti. Bu sebeple Urfa’daki Kürt’e Kürt, son derece az olan Zaza’ya da Zaza denmekte. Dönelim tekrar Havza’nın Kuzeyine… Buraya kadar yazılan çizilenlerden şunu anlamış olduk: Bölge Ortodoks Bizans ve Mecusi İran arasına gitti geldi. Ardından yola çıkarak anladığımız şey ise bölge halkının İranî orjine sahip olduğu… Acaba öyle mi? Bakalım… İmparatorluklar çağında, coğrafi olarak sık sık el değiştirme, aynı zamanda sosyal plânda sık sık din değiştirme anlamına geliyordu. Hatta bir önceki devletimizin döneminde bile aynı coğrafya, Safevi ve Osmanlılar arasında gitgeller yaşamaya devam etti. Bu nedenle Havza halkının mezhebi, bir Sünni, bir Şii olup durdu. “Sakal vergisi” de o zamandan kalma bir bel büken devlet baskısıdır. Ancak metcezirli değişim esnasında, bölge insanının iki dinin mümini olmasının imkânı yoktu zira bu insan fıtratına aykırı bir durumdu. Bu itibarla Havza insanının, bir tarafın mümini, diğer tarafın münafıkı ya da “takiyyeci dönmesi” şeklinde gidip gelen bir ruh hâline sahip olduğunu yazıyor tarih kayıtları. Havza’nın Oğuzlardan önceki dönemine Romalılığı konduramadığımıza göre, İrani orijinleri sebebiyle bölge insanı, Münafık Ortodoks, Mümin Mecusi olmalıydı. O hâlde, 1050’den sonra Selçukoğulları bölgeye girdiklerinde Mecusi dinine ait bir takım emarelere rastlamalıydılar; Mesela Ateşgedelere yani Mecusi tapınaklarına… Günümüzde de o tapınakların, hiç olmazsa temelleri olmalıydı. Lakin yok! Ya kilise? O da yok. Ancak Hıristiyanlığa dair bazı inanç unsurlarını günümüzde dahi gözlemlemek mümkün: Bölge halkının “Gğand” adını verdikleri ve Bizans’dan kalma Rumi takvime göre kutlanan bir bayramı vardır. Uzmanlar, bu bayramın, Hristiyanlara has bir kutlamayı çağrıştırdığını söylüyorlar. Sadece Havza Alevilerince kutlanan bu gelenek, bölge dışındaki aleviler tarafından bilinmiyor. Unutmadan, böyle bir kutlama Mecusilikte de yoktu haliyle. Geleneğin Ortodoksluktan ya da komşu oldukları Gregoryen Ermenilerden ödünç alındığı ihtimalini doğuruyor. Bu arada Zazalar Nerve Martı, Hevtemal, Karmışkan isimleriyle anılan bahar Bayramına da sahipler. Bir nevi Nevruz olan bu kutlamanın, doğuya doğru gidildiğinde var olan tüm kavinler tarafından önemsendiği biliniyor yani sadece İranlılara has bir durum değil; Türkler dahil. Bir kez daha soralım: Zaza denilen bu küçük halk kim? Kanaatimizce bu sorunun cevabı Zazaların inançlarında saklı. Alparslan’la birlikte bölgeye gelen Oğuzlular, dağlar arasında kesinlikle Mecusi olmayan ancak Ortodokslukları da kayda değer bir anlam ifade etmeyen Hıristiyani bir halkla karşılaştı; üstelik bunların gözleri, Asyalılar gibi çekikti. Evet bölgede yüzlerce yıl evvel bir İrani ekalliyetden söz edebiliriz. Ancak büyük ihtimalle Bizans’ın Balkanlar üzerinde getirdiği Lejyoner Türkomanlar tarafından bölge işgal edildi. Bunlardan da evvel bir başka Türk hikâyesi var bölgenin. Hun kalıntısı olarak Türkistan’dan yola çıkan iki kardeşten söz ediyor tarihçiler: Konak ve Mamık Begler. Kırk bin silâhlı savaşçıya sahip olan iki kardeşin tek mesleği paralı askerlik doğal olarak. Hem savaşçılarına lejyon işi, hem de sürülerine otlak arayan kardeşler, Orta Asya’dan yola revan olup Kafkasya’ya geldiklerinde Ermeni ve Gürcü Prensleri zor durumdaydı. Zira Yanıbaşlarındaki devasa Pers gücü, bölge halkını Mecusileştirmek için baskı uyguluyordu. Bu nedenle bölge prenslerinin paralı savaşçılara ihtiyacı vardı ve bu ihtiyaç, Konak ve Mamık kardeşlerce karşılandı. Gürcülerin hizmetine giren Konak ve oğulları Orpet kalesine yerleşti. Bunlara daha sonra Orpetiler adı verildi. Hayk yani Ermeni prenslerin hizmetine giren kardeş Mamık Bingöl, Van, Muş, Ağrı, Sarıkamış ve Ararat çevresine yerleştirildiler. Zaman içinde Gürcüleşen ve Ermenileşmiş iki kardeşin çocukları, din olarak Hristiyanlığı ve mezhep olarak Gregoryenliği tercih etti ve zamanla kaybolup gittiler. Tarihçiler, Konaklıların Dede Korkut destanında adı geçen Kara Güne ve oğulları olduğunu, daha sonra bir bölüğünün Karakoyunlu Devletinin kuruluşunda rol aldığını, Van’daki Akdamar adasındaki kiliseyi inşa ettiklerini ve kilisenin bu nedenle çadıra benzediğini söylüyorlar. Ama Bizans’ın Balkanlardan getirdiği Türkoslar ama Konaklı Gürcüler ve Mamıkonyanlı Ermeniler olsun sonuç değişmiyor. Bunlar, Havzadaki Zaza kadın varlığı ile evlenen Orta Asyalı savaşçı babalar… Bu babaların çekik gözlü çocukları Yukarı Fırat’ta yeni ve merkezi bir genom oluşturdular. Onlardan biri, bir mezar taşı şairi şöyle not düşmüştü taşa: “Çkerçi Rumisitte… Rumca bilmez Tırkice söyleriz./Ne Tırkice yazar, okuruz; ne de Rumiçe söyleriz./Oyle mahludu hattı tarikimiz vardır./Hurufumuz Yunaniçe,Tırkice meram eyleriz.” Gevşek dinli bu halk, doğudan gelen ve kendilerine benzeyen Oğuzlularla kaynaşmada yabancılık çekmedi ve bu kez de Orta Asyalı efendilerin hizmetine girdiler. Zaten, Asyalıların eski geleneğiydi efendisinin dinine girmek zira onlar, inançta derinleşemedikleri için din değiştirmekte zorlanıyorlardı.

Şamanist gelenekten gelen Oğuzlar, İslamiyet’i İran’dan geçerken öğrenmişlerdi. Bu nedenle 1005 ile 1070 arasındaki 65 yıllık Müslümanlık mazisi değil Sünniliği, Şia’yı anlamak için bile yeterli sayılmazdı Zira başka bir dilde vaz edilen bir dinden söz ediyoruz. Bu kısa süreli transit geçiş esnasında, Şia’dan kaptıkları yüzeysel bilgileri, dağarcıklarındaki kısır Şamanik kalıntıyla harmanlayıp kendilerince bir inanç oluşturmuşlardı. Kargolarındaki bu teolojik birikimi bıraktıkları ilk istasyon da Türkomanların Dersim’i oldu yani Yukarı Fırat Havzası. Zaten, Oğuzların orada eğlenmeleri de günü birlikti. Havza’yı, eskiden ırkdaşları yeniden dindaşları olan Türkoman Zazalara emanet edip Anadolu’ya atladılar. Dinde derinleşmeleri zaman içinde ve Anadolu’nun derinliklerinde oldu. Günümüzde Alevilerin doğudan batıya doğru giderek seyrekleşmesi ve Toroslar hariç Samsun Adana hattında sonlanmasının izahı, Oğuzların ilk zamanları ile son zamanlarının İran inancından, Arabistan inancına doğru ve yavaş yavaş evrilmesiyle izah edilebilir. Oğuzların İran’dan öğrendikleri Müslümanlıklarının en arkaik hali, Yukarı Fırat Havzasının Dersim bölgesidir ve bu sebeple bölgenin Aleviliği, Türkmen Aleviliğine göre daha yalın kattır. Bu sebeple iki anlayış, birbirine benzemez. Heterodoksiyanın zirvesi Zaza Aleviliğidir, Anadolu Türkmen Aleviliği ise kendince bir Ortodoksiyaya sahiptir. Her iki Alevilikte cem evleri ve semah geleneği mevcuttur. Arap Aleviliğinde bu iki unsura da rastlanmaz. İran Aleviliği ki ona Şia deniyor; o, tamamen ayrı bir tutum olarak tarif ediyor kendisini.

Efendim! Buraya kadar söylediklerimiz bir başka faraziyedir. Elbette hiç kimsenin dinine ve ırkına karışma densizliğini göstermeyiz. Kim nasıl istiyorsa öğle inanır ve yaşar. Ancak biliyoruz ki insanlar kökenlerine de ulaşmak istiyorlar. Bu isteğe cevap vermek için ortaya çıkanlar, bölge halkını kaşımak ve fitneye çanak tutma uğruna birçok yalan uydurmaktan çekinmiyorlar. Kürtlerden umduklarını bulamayanların yeni hedefi Zazalar… Sünni Zazalar, işin farkına varmış durumdalar; onlar, devlet ve ülkenin baskın unsuru olan soydaşları olan Oğuzlarla birlikte hareket etmekte bir mahzur görmüyorlar. Bu anlamda, bölgenin başat popülasyonu Kürtler tarafından asimilasyona uğramak arzusunda da değiller. Ancak dağların sert mizaçlı Türkomanları, Dersim Alevileri, 1921 Koçgiri ve 1937, 39 Dersim isyanlarını da yaşamış olmaları nedeniyle ele avuca sığmakta kolaylık göstermiyorlar zira işin arkasında bazı devletlerin istihbarat servislerinin olduğu biliniyor.

Ha unutmadan: Bu yazının iddiasına dışardan da bir destek var; Bumke, Peter 1979’da yayınlanan. “Kizilbaş-Kurden in Dersim” kitabının adında veriyordu Alevi Zazaların Kızılbaşlığını… Bilindiği gibi, her ne kadar şimdilerde “Alevi” kavramı kullanılsa da Lisan-ı Türki’de Aleviliğin karşılığı olarak lügatta “Kızılbaş” kavramı yer tutar. Bu anlamda; bazı alevi gruplarının Alevilik yerine Kızılbaşlık kavramını tercih ettikleri de biliniyor ve bu çevrelerin sözünü ettiğimiz Yukarı Fırat halkından olduğu da vaki… Yanılmıyorsam “Kızılbaş” adlı bir dergileri bile var. Son söz olarak: Yukarıda dile getirilen konular ırkçı bir söylemin dışa vurumu değildir. Her ne kadar dilleri Hint Avrupa ailesine mensupsa da Zazaların soyları Ural Altaylıdır. Kolay din ve dil değiştirmesi sebebiyle Türkler, Orta Asya’dan Atlas Okyanusuna, İran’dan Kuzey Afrika’ya kadarki coğrafyaya saçılıp savrulmakla kalmamış asimile olmuş gitmişler: Bu iddianın en ispat edici örneği Macar ve Bulgarlardır. Bu bilinen bir gerçekliktir. Ya bilinmeyenler? Özellikle İran etrafındaki, Kafkasya’daki, Balkanlardaki, Ortadoğu’daki halkların pek çoğu ya asimile olmuş Asyalıdır ya da o halkların yeni kanları olmuşlardır. İşte, Zazalar da bunlardan biridir. Bütün bu halklara ve ırklara, kalkıp da “Türk” demek gibi bir “deli cesareti”nin zamanı çoktan geçti. Yine de söz konusu toplumlarla bir soy akrabalığından söz etmek mümkün. Ancak bu metnin varmak istediği son nokta Nuhoğlu Yafes sayılabilir. Mevzua, daha sonra bu düzlemde devam etme niyetiyle…

Mecusî Mecusî veya Maguş, çoğulu Mecus… Aslen Zerdüşt, genellikle din adamı anlamına gelen bir terim. Türk Dil Kurumu sözlüğünde “ateşe tapan” olarak açıklanan bu sözcük çok önceleri “kuzey İran´da kurulmuş olan antik Media krallığının rahip sınıfı” anlamına gelen teknik bir terimdi ve olumsuz bir anlam taşımıyordu. Medya Krallığı Maguşlar, Kuzey İran´da kurulmuş olan antik Media Krallığının rahip sınıfıydı. Maguşlar sihir yapabilme, hadisleri ve rüyaları yorumlayabilme ve astrolojik öngörülerde bulunabilmeleriyle ünlüydüler. Maguşların bu ritüel bilgisi nedeniyle Zerdüştlüğün tek gerçek rahipleri olduklarına inanılırdı. Maguşların Zerdüştleri etkileyip etkilemedikleri ya da onun takipçisi olup olmadıkları bilinmemektedir. Maguşlar, “Efendi Tepesi” denen tepenin üzerinde kesintisiz olarak nöbet tutarlardı. Büyük yıldız görünene kadar nöbet tutulması gerektiğine ve yıldız göründüğünde de büyük kurtarıcının geleceğine inanırlardı. Maguşlardan -Müneccimler olarak- İncil´de de söz edilmektedir. Endülüs Müslüman Endülüs Devleti’nde mecusî sözcüğü mecazî olarak pagan anlamında kullanılıyordu. Zamanla sözcüğün “pagan” anlamında kullanımı yaygınlaştı. Örneğin pek çok Arap tarihçi, Müslüman topraklarına saldıran Vikinglerden mecusî diye söz eder. Modern kullanım 1980’lerde İran-Irak Savaşı esnasında Mecusi sözcüğü Iraklılar tarafından propaganda amaçlı kullanılmaya başlandı. Devletin güvenlik organları kanalıyla İranlılara Mecusi denilerek “gerçek Müslüman” olmadıkları ve İslam öncesi inançlarını gizlice sürdürdükleri ima ediliyordu. Bu sayede Iraklıların mücadelesinin sadece milli değil, aynı zamanda İslam adına bir mücadele olduğu iddia ediliyordu.

Çımey

edit

https://www.atlasdergisi.com